
Ah canım, ne yaptın bana? Şu koltuğun şeklini alırcasına kendimi bırakıp, göbeğimi kaşıyıp, meyvemi yedikten sonra uyuklamaya başlayan bir adam olamayacak mıyım bu hayatta? "Yemeklerimize kattıklarından mı böyle insanlara dönüştük biz?" diye dönüp sormak istiyorum kız arkadaşıma. Hatırlıyorum, üç-dört yaşlarında da Aladdin'e dönüştüğüm anlarım çokça oldu benim. Telefon üzerinden danışmanlık yapan, bu düşünce girdapları içinde kaybolmama sebep olan kahramanımız da Prenses Yasemin oluyor bu durumda. Teşekkürler Prenses Yasemin.
Düşüncelerimin hepsini adım adım size aktarmayı çok isterdim ama bunun için hep birlikte birkaç sene harcamayalım ve ben size finalde vardığım kanıyı ileteyim: İnsan görmediği şeye inanır, inanmak da ister. Bu bir dilek, umut, yaşama tutunma arzusu. İnsan gördüklerinden şikâyet edip, göremediklerinin varolması inancına takmıştır kafayı. Arzuyla, istekle yaşamak önemlidir. Gördükleri çoğu zaman hoşuna gitmemiştir çünkü. Ben bu yüzden hiçliğe inançlı insanlara saygı duyar ve güçlü insanlar olduklarını varsayarım. Hele ki yaşamlarını, fakirlik ve birtakım sınırlar içinde geçirmeleri reva görülmüş olan bir halkın coğrafyasında. Anlatacak elbette çok şey var fakat bu yazı, bu dergideki ilk yazım, "Nasıl bir psikopata çattık!" dedirtmek istemem şu dakikada. Üstelik bu konuda söylenecekler, bu dergide bana ayrılan süreyi-sınırı çokça aşar. O hâlde ne yapıyoruz? Devam ediyoruz.
Asıl konumuza ve uzay boşluğunda uçuşan koltuğumuza dönecek olursak, "Finalde geldiğin düşünceye göre, gökkuşağının yedi renkten fazla olduğuna inanmamız gerekirdi, burada bir yanlışlık yok mu?" sorunuza, "Evet, var!" diyeceğim. Buradaki inançsızlığımız, işin içinde bilim olduğundan mütevellit gibi geliyor bana biraz. Müzik kariyerim profesyonel anlamda başlamadan önce kuvvet kondisyon koçluğu yapıyordum. Her geçen gün ilerleyen teknoloji ve bilim sayesinde insan anatomisi, fizyolojisi üzerine doğru sanılan yanlışlar su yüzüne çıkıyor. Birtakım veriler, rakamlar değişiyor. Ezberinizi sürekli bozmak gereğinde olduğunuz bir sektör. Dolayısıyla güncel olmak ve bilimi kılavuz edinmek zorundasınız. Maalesef ki o zamanlarda da, yeniliklere açık olmayan, bu yüzden de bu güncellemeleri takip etmeyen, hatta ve hatta siz bu güncellemeleri aktardığınızda "Yok yaa..." gibi tepkilerle karşılık veren, sizi ciddiye almayan bir sürü meslektaşım vardı. Ne ironiktir ki inanmakta oldukları, gelenek gibi sürdürdükleri eski bilgiyi de aslında yine bilim onlara hediye etmişti! Dolayısıyla bu konuya uzunca bir süredir takık hâldeymişim sanırım, limitimi kulak misafiri olduğum bu telefon konuşması taşırmış. Bilime olan bu inançsızlığın savaşını yeni jenerasyonlar vermek zorunda kalacak. Eğitim sisteminde ciddi bir devrime ihtiyacımız olduğu fikrindeyim. Her şeyden öncelikli olarak üstelik! Yazımı albüm çalışmalarından fırsat buldukça tamamlamaya çalışıyorken bir de ne olsa beğenirsiniz? Prenses Yasemin yazımın konusundan tamamen habersiz olarak bana sosyal medyada, ''Ufuk'ta Bilim Var'' projesinin pankartını gösterdi. Hani şu "erkek öğrencilere yönelik" olan...
Ülkemizde beyin göçü oranlarının sürekli yükseldiği bir grafik görüyoruz. Bu bana bir yandan güzel gözüküyor. En azından göç edebilecek beyinler var diye düşünüyorum. Korkarım ki bazı şeyler değişmezse bu grafik düşmeye başlayacak. Sebebiyse, göç etmek yerine kendi ülkelerinde o güzel beyinlerini paralayan insanlarımızın artacak olması değil, göç edecek beyinlerin kalmaması olacak...
Şaşırmak istediğim bir geleceğe, taptaze 2020'den selamlar.
Ufuk Beydemir
KAFKAOKUR Dergisi, Şubat 2020 Çizim: Eren Caner Polat